13 Ekim 2012 Cumartesi

Hayat oynanması gereken zor bir oyun.


Hayat oynanması gereken zor bir oyun.

İnsanoğlunun zordur bir oyunu kuralına göre oynaması. Genelde de o oyunun komutası sendedir ve her hak her can senin adımlarında senin kararlarında gizlidir. Bilemezsiniz bazen bir sonraki adımı ya da en son hakkınızı.

Her oyun gülmek, eğlenmek içindir aslında. Ama acı yanları da vardır. Düşüp dizinizi kanatmak gibi, kolunuzu kırmak gibi. Daha da acıları vardır aslında, ayağınız gibi yüreğinizinde burkulduğu.

Oynamamış olmak istersiniz o zaman bu oyunları ama bilemezsiniz, göremezsiniz karşınızdaki acıları. Pişmansınızdır, hayıflanmaktasınızdır ama o bölüm çoktan geçmiştir. Size sadece bir önceki bölümden acılarınız ve tecrübeleriniz kalır. Ufak tefek yaralardır belki ama sızlatır aklına sızınca. Belki de tam tersi bir olay…

Doğru olabilmeyi istemez mi insan, şefaati elinde, dilinde, kalbinde. İstemez mi öyle bir hükmü taşıyan beden? İstemez mi oyunu kuralına göre oynayıp, hakkıyla kazanmayı?
.
.
.

Kör bir çoban olup, otlatmaktır belki de sürüyü kayıpsız.

10 Eylül 2012 Pazartesi

Gençlik

Dün gece bir açık hava konserindeydim. Eğlenmek dura koysun gördüklerim üzdü beni. Genç bir milletiz ve gün geçtikçe gençliğinden korkan bir millet olacağız. İlkokul ve lise çağlarında ki bireylerin giyim, davranış ve duruşları beni gelecek adına ürpertiyor.  Makyajlar, sigaralar birbirine sarmaş dolaş erkek ve kızlar… 

Size o kadar cıvık gelecek ki hareketleri laf atmaya çekineceksiniz. Hele o son model saçları ve parmaklarına sıkıştırdıkları sigaralar yok mu, tam bir görüntü faciası. Bağrı açık gömlekler moda herhalde bu çağda ve de dar paçalı pantolonlar. Ha! Birde orası burası yırtık pantolonlar var gençlerimizin vazgeçemediği.  Hele bir saçlar var görmelisiniz, gerçi sizler daha nicelerini görmüşsünüzdür o kuş yuvalarının. Önünüzden biri geçiyor sanki bir kirpi geçti zannediyorsunuz. İyi ki başımı uzatmamışımda gözüme falan kaçmadı diye şükrediyorsunuz.

Gençler olarak kendimize ve çevremize biraz düzen vermeliyiz. Bence birazdan daha fazlasını vermeliyiz ama bu kadarını verebilsek şükredeceğim. Anne ve babalar bu kadar sessiz ve sahipsiz nasıl durabiliyorlar anlamıyorum. Onlar korkmuyor galiba ya da biz ne de olsa o günleri görmeyiz, başının çaresine baksın diyorlar.

10 Eylül 2012

13 Temmuz 2012 Cuma

Boş mu Dolu mu?

Dakikalardan önce saniyeler akardı eskiden, belki de biz öyle sanıyorduk. Su gibi akıp gidiyor deyimi yer buluyor bu zamanlarda, zaman. Günler ardı ardına öyle hızlı ilerliyor ki, yarını düşünmek adına sanki vaktimiz kalmıyor. O yüzden hep daha uzak bir geleceği düşünüyoruz. Şöyle, böyle yapmalı, demeye başladık.

Her şeyin mevcut olduğu çağda bir şeylere yetişmek için geç kalıyoruz. Geçiyor, geçiyor zaman. Yetişemiyoruz sanki bu çağa ya da yetemiyoruz. Hep tekrarladığımız üzere su gibi akıp geçiyor zaman. Doğru şeyleri yapmak için doğru şeyleri düşünmek için çok vaktimiz yok, o an düşünmeli ve kararını vermelisin sanki. 

Böyle diyorum ama bir de şu var. Öyle zaman geliyor ki, sabahtan akşama kadar boş vaktin olmasına karşın onu değerlendiremiyorsun. Ya çağın eğlenceleri ya da meşgaleleri engel oluyor. Ya da isteksiz hallerimiz. Oturuyoruz, yatıyoruz… yemek yemeğe, su içmeye bile üşeniyoruz. Bazen bu bolluğun içinde yoksullaşıyoruz işte. 

30 Mayıs 2012 Çarşamba

Avucundaki Su


Uzak olmak böyle bir şeydir. Hiç fark ettiniz mi bilmem? Çatısını beğenmediğiniz çok sıradan geliyor ya da eskimiş dediğimiz yerler. Yani evler. Uzaktan ne kadar da güzel gözüküyor yeşilliklerin arasında. İşte bunun da adı özlem. Onu göz önünden ayırmamak yalnız ona bağlı kalmak. Giderken kıymet bilmek bu, yani özlemin başlangıcı. Bir noktadan yükseldikçe küçülmek bu. İlerledikçe yok olacağını sanmak bu. Bir film şeridi gibi başını aramak bu. İnsan, içinde bulunduğu birimden uçtukça nereye ait olduğu bildirisini verir kendine. Bak işte ben orada kalıyor, otuyorum. Bu ona bağlılığın simgesidir. Baktıkça uzaktan, şimdi orada neler oluyor merakı sarıyordur. Akıllarına bende geliyor muyum, beni de anımsıyorlar mıdır acaba diye hissetmek bizim duygularımızdır. Özlem, tıpkı avucundaki suyun denizde yok olması gibidir. Oradaysan elindedir uzaksan içindedir.

2 Nisan 2012 Pazartesi

Bir İlaç mı YALAN?

İnsan olmanın birinci kuralıydı sanki bu yol. Vazgeçip gidemediğimiz bir sızıydı sanki. Adı soğuk duş almak gibi yakıcı. Yalan, ne ağır bir hüküm düşündüğünde. Neden ona muhtaç oluyoruz diye düşünüyorum. Hayatımızda tuz kadar bize şart mı diye kafa yormak istiyorum. Korku gibi ona sığınmak var sanki kapladığı, kapattıkları üzerinde. Ben neden yalan söylüyorum? Nerelerde yalan söylemeliyim? Bu şarta uyuyor muyum yalan söylemek için? Yoksa kendimi hafife çıkarmak için mi uğraşıyorum? Hayatın gerçeklerini bunlar mı yok ediyor yoksa?

Yalandan çekinsem de ona bazen bağlı kalıyorum. Nasıl mı? Sorumluluklarımı yerine getirmediğimde ( Efendim Baba! İyiyim ders çalışıyorum… İyi geceler. // Hadi beyler oyuna devam). Bu muydu? Yapmam gereken bir vakitte onun dışında uğraştayım ve en yakınımı, aile adını barındıran muhabbette onu devreye sokuyorum. Bu kadar basit mi olmalı diyorum. Bazen kendimi bile kandırdığımı unutuyorum. Gerçekler galiba böyle yok oluyor. Verdiğim örnek basit olsa bile aile sıcaklığına rüzgâr esiyor. Belki onlar bilmiyor belki hayat kaybetmiyor ama benliğimizden yitip giden bir şey var, olmalı diye düşünüyorum.

Yalan söylememek için cevap vermediğim vakitlerde oldu ama bağlar yine incindi. Şeytan sürekli uyarsa da ona gitmem için incinmeyi tercih ettim bazen. Maalesef bazen diyorum. Ve henüz girmiş olduğumuz bu tünelden çıkış bulamadık.

Peki, bizi buna iten nedir? Babamızın bizi dövecek olması. Arkadaşımızın bizi satacak olması. Dersten geçmek. Azarlanmak. Terk edilmek. Kovulmak. Sebepleri düşündükçe çoğaltabiliriz eminim.
Yanlışı nerede yapıyoruz ya da nerede yaptık? Onu dilimize ilk doladığımızda, ilk adımı ona attığımızda galiba. Çünkü yolundan dönemiyoruz. O şişedeki su gibi, onu kullanıyoruz. İhtiyaç duydukça yudumluyoruz. Bazen bardaktan bile taşıyor söylediklerimiz, yanımızdan ayırmıyoruz ilk yardım çantası gibi. Sebebiyetleri ya arkadaşlarımız ya ailemiz ya da yalnızlığımız oluyor. O yolu hayatta herkes görüyor, görmüştür diye düşünüyorum.

Denize düşen yılan misali olduk ona uzanarak. Onu kullanmak bir alışkanlıksa eğer pimi çekilen bombayı görmek zor olmamalı. 

Şu söz bazen beni korkutuyor olmalı. “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar”. Eğer bunlar gün yüzüne gelecekse gizlemek çok da mantıklı değil. Çözüm olarak gördüğümüz bunlar her şeyi bir sonuca bağlıyor mu? Gerçekten bir çözüm oluyor mu? Bunları da düşünmeliyiz. Her sözden önce biraz düşünmeliyiz. Nereye varacak diye sohbetlen-meliyiz kendimizle. Söz bizim benliğimizden, kulağa ulaşacağı vakte kadar, benliğimizi de temsil edeceğini unutmamalıyız. Biraz daha düşünmeli. Biraz daha.
Keşke her yalanımız hayat kurtarmak için olsa. O zaman onun günahına aldırmazdım. Kendimi kandırdığıma kızmazdım. İçimde o buruk his olmazdı. Keşke hepsi öyle olsaydı.
Hayatın zaman ilacı, şeytanın yalan icadı beni bana düşürdü. Bir daha düşünmeliyiz söylediklerimizi, gerçekten hayat mı kurtarıyor söylenen yalanlar, yoksa fırsat mı bekliyor.

13 Mart 2012 Salı

Önyargı

Uzlaşamadığımız bir nokta önyargılarımız, düşünmeden hareket ettiğimiz, bilmediğimiz bir macera bu lütfu izah. İnsanlığın zaafıdır bu, insanlar hakkında habersiz konuşmak ve onları uygunsuz kılıfa sokmak.
Boynunu büküp af dilemektir bazen. Bazense yerin dibine girmektir asfalt gibi böbürlenirken. Bilirken ortada kalmaktır aslında kuru bir dal gibi kırık bir kanat gibi. Ne derseniz deyin hoş değil işte…
Bazen haklı çıkar övünür, böbürlenirsin. Düşüncelerinin doğrulunu teyit etmiş olur, hislerinin gücünü tanırsın. Lakin mutluluğu sizi ortada bırakacak durumdan daha üstün olamaz. Hayatta doğruluk unutulur da yapılan yanlışlar, hatalar asla unutulmaz. Her fırsatta karşınıza çıkarılır. Her zaman doğruyu bulsanız da bir kere hata yaptığınız da bir kuşku oluşturursunuz insanlar üzerinde.

Ondandır ki elini, dilini ateşe sürüp konuşmalıdır insan.


13.03.2012

2 Mart 2012 Cuma

Değişmek


Değişmek, sahip olduğun yaşamdan, elinde bulundurduğun imkanlardan vazgeçmek ya da onları yenilemek olarak adlandırılabilir. İnsan neden değişmek ister ya da neden istemez. Değişim hangi konular ya da hangi alanlarda başvurmamız gereken bir olgudur. 

Girişte söz ettiğim gibi sahip olduğu yaşamdan memnun olmayanlar, elindeki imkânlardan sıkılanlar değişimi arayan yaralılardır. Peki, bu kelime onlara istediğini veriyor mu? Tabii ki hayır. Ben her zaman şunu söylerim “söylemek kadar basit değildir yaşamak”. Ama kulağa hoş gelen ve düşünmeyi tetikleyen kelimeler insanı harekete geçirebiliyor. Değişimde onlardan bir tanesi.
İnsan yaşamından neden memnun olmaz diyecek olsam o kadar çok neden bulabiliriz ki, en iyisi insan neden hayatını şekillendirmek ister diye soralım.
Eşiyle, ailesiyle, arkadaşlarıyla, iş hayatıyla ya da öğrencilik hayatıyla ilgili yolunda gitmeyen bir şeyler olmalıdır. Peki, nedir bunlar? İletişim yetersizliği, zaman ayırmama, planlı olmama, arzularına sahip olamama, yalnız olma gibi nedenler sıralanabilir. Örneklere yönelirsek;
Bir genç için gündüzleri televizyon seyredip, internete girip, oyunlar oynamak gibi varsayımlar başlangıçta güzel görünseler de belli bir zamandan sonra bıkkınlık verebiliyor. Aynı şeyleri izlemekten ya da aynı oyunları oynamaktan sıkılıyorsunuz. Bakın burada bile değişim arıyorsunuz, yani pasif bir hayat sürerken o hayat içinde bir takım şeylerin değişmesini arzuluyorsunuz. Yeni filmler, diziler ya da oyunlar. Peki, bu pasif yaşamdaki eylemlerden sıkılan bir insan, pasif yaşamaktan sıkılmaz mı? Yeni günü başka bir meşgale ile geçirmek, onun hayatına değişiklik, tat katmaz mı?  Bu çağda hangimiz yeniliğe açık değiliz ki. Benim, elleri buruş buruş olmuş, sakalı torununa oyuncak olmuş dedelerim bile çağa adapte olmaya koyulmuşken.
Evli bir bayan düşünün, ev hanımı. Hayatına pencereden şöyle bir bakın. Sonra neler yapmasını isterdiniz o bayanın, bu dünyaya bir kez gelmişken. Düşünün, her sabah erken kalkıp çocuklarını okula gönderiyor, onlara kahvaltısını hazırlıyor, eşini uğurluyor. Sofrayı toplayıp etrafı süpürüyor. Bulaşıkları yıkıyor haftada bir iki kez çamaşırları makineden çıkarıp balkona asmaya gidiyor. Akşam yemeği, bulaşığı derken bide televizyon engeli çıkıveriyor. Tüm gün beş altı eylemle son bulurken aslında bunu aylardır, yıllardır yapıyor. Çok ekstra bir hayatı yok yani.
Bakıyorsunuz dimi o pencereye, bir de dünyaya bakın. Yapılabilecek o kadar çok şey var ki, bir güne sığabilecek onca eylem var ki, nasıl da faydasız geçiyor diye üzülebileceğimiz.
İnsanlar hep aynı günlüğü yaşamaktan sıkılıyor. Eğer bir günlük tutacak olsanız dünün tekrarı demek sizin için bir avantaj olmalıdır. İnsanlar bu pasifikliği üzerlerinden atmak için bilerek ya da bilmeyerek uğraşlar veriyorlar. Kimi kadınlar kocalarından hafta sonu için piknik sözü almaya çalışırken kimileri de arkadaşlarıyla farklı şeyler yapma planları kuruyor.
Değişmek, bireyin sadece yaşantısını ele almamalıdır. Onun tüm özelliklerinden faydalanabilmelidir. “Her gün takım elbise ile işe gidiyor olmanız sizin hafta sonu da kravat olmadan oturabileceğiniz anlamına gelmiyor. Bunun eşofmanı var, türlü türlü pantolonları var. Kısa donlar, kısa kollular var. Bunları denemek alışık olmadığınız vaziyetler olabilir. Yetiştiğiniz toplum da bunları görememiş olabilirsiniz ama bu toplumun sizi dışlayacağı anlamına gelmez. Siz, işte nasıl dışarı da nasıl dolaşacağınızı yaşadığınız bölge-semt adına bilebilirsiniz.  Sonuçta İskoçlar gibi etek giyin demiyoruz.” Burada söylemek istediklerimiz basit bir yapı olsa da bunu tüm çoluk çocuk, genç, olgun, yaşlı ihtiyar, kadın erkek uygulayabilir.
Daha bitmedi. Oyun oynadığınız parkı, işe giderken kullandığınız yolu, bulaşık yıkarken ki sıranızı, çay demlerken ki düşüncenizi, ayakkabı alırken ki seçiminizi, hastaneye ziyarete giderken ki taşıt seçiminizi, dondurma alırken ki seçeneklerinizi, odanızın boyasını, bardağınızın şeklini, duvar kâğıdınızın farklılığını, müzik dinletinizde ki farklılığı, yazarken ki yazı stilinizi, yatarken sağa değil de sola dönük uyumayı, gömleğinizin düğmesi iliklerken ortadan başlamayı bunun gibi birçok şeyi uygulayabilirsiniz.
Bunları kesin yapın demiyoruz sadece bir kez deneyin. Hayatınızda gerçekten farklılıklar olacaktır. Ben genelde hep siyah spor ayakkabı alırdım. Hep siyah hep siyah içim karardı. Bir önceki ayakkabı alışımda farklı bir renk ya da model alacağımı kararlaştırmıştım. İkisini de değiştirerek beyaz ve değişik bir model ayakkabı aldım. O zamanlarda beyaz ayakkabı moda sayılır. Hem topluma ayak uydurduğumu düşündüm hem de kendi açımdan farklı bir şey yaptım. Belki de bütün gün ayakkabılara baktım acaba beyaz yakışıyor mu diye. Güzel seçim yapınca yakışıyormuş tabi. En son ayakkabı alışımda ise kahverengi üzerine turuncu çizgili bir ayakkabı aldım. Babamlar şaşırdı biraz, o renkler ne öyle gibisinden ama bir şey demediler. Alan razı satan razı ne desin adam. Ben giymeyi göze almışım bir kere. Ha diyeceksiniz ki o renkler çok dikkat çekici bir renk değil. Evet, haklısınız ama ben alırken bunu öyle düşünmemiştim hele bir de ilk alıyorsam bunu, benim için yeni bir sezondur bu. Sonraları alıştım çok farklı bir seçim yapmamışım toplum için. Yani hem topluma aykırı düşmedim hem de kendi adıma bir değişiklik daha yaptım. Kim bilir bir sonraki ayakkabılarım daha renkli olabilir.
Bu sadece benim başımdan geçen gerçek bir örnek. Sizlerinde buna benzer bir sürü hayat diliminiz olmuştur. Değişmek gerektiğinin sizin için belki bir sıfatı olmayabilir, hayatınızdan memnunsanız ama herkes aynı denge de yaşamadığına göre bazılarının bunlara ihtiyacı var. Kimse yok demesin var…

18.06.2011

25 Şubat 2012 Cumartesi

Bolu


Bir başkadır memleket sevdası. Ne kadar güzel olsa da yaşadığın yer bir başkadır doğduğun yer. Uzaktayken adını duymak, levhada adını görmek başka bir histir o. Dağlarında duman, yollarında bir fidan, çeşmesinde bir yudum su olmak en güzel yaşamdır. Karlar eriyip giderken, yollar çamura bürünürken, dereler taşarken seni yaşamak bir başkadır memleketim. Adını adım gibi taşıdım her zaman ve her zaman seni yazdım önüme gelen kağıda. Her boşluk da sen varsın sevdiklerimin yanında. İlk yağmuru ilkbaharı ilk güneşi seninle yaşadım. Aslında ilk nefesi seninle aldım. Oysa nefesimizin sevdiğimizle mümkün olduğunu dile getirsek de. Bir başkadır memleketim bir başka. 

Giden Sevgili

Sen daha doğmamıştın güneş, ay vardı gökyüzünde bir hüzün gibi ağlıyordu. Ayrılığın habercisi mi idi bu su dökmeler? Şafağın yolcusu mu idi yoksa bu gitmeler. Güneşin bu kadar geç doğması neye işaretti acaba. Bilip de cevaplayamadığım sorular mı vardı aklımda? Ya da anlayıp da anlatamadığım bir olay mı? Ne kadar zormuş gideceğini hissetmek. Arkandan bakacak bir çift gözün yağmurları andıracak olması. Ne zormuş seni yolcu olarak düşünebilmek. Peşinde ki gölgen kadar uzak olabilmek, ne büyük ayrılık imiş. Bir kuş gibi konup giden bir masalmış senin kide. Belki bir daha göç edersin diye beklemek imiş masalın güzel bitmesi. Çok uzak olurmuş, yüreğin deki bir adım öteye gittiğin de. Bir türkü olurmuş giden gelmediğin de. Onca aşık ölürmüş bu sevda köprüsün de. Yine de sönmez imiş sobadaki son çıra. Her rüzgar bir alev olurmuş yangında. Sokaklar yeniden aydınlanır imiş gidenler geri geldiğin de. Hiç bitmez imiş gönül kafesindeki ömür geri döndüğünde. Güneş yeniden doğuyormuş gidip gelen yarin ardından. Ve son kez dile geliyormuş rengarenk kuşağıyla gökyüzü. Gece ile gündüz çok sever çok naz edermiş birbirine. Onların ki kovalamaca imiş hep ve buna tüm kainat şahit olurmuş. Ay ve Güneş hep üzülürmüş giden sevgililerin ardından.

Hani Kardeştik

Biz insanız, kardeşiz, arkadaşız hepsi sözde insana. Bir siyasilik her şeyi unutturdu. Kimisi "vatanı satan" diye laf çıkardı kimisi "ahmak" dedi. Dedi de dedi. Şimdi aynı insanlar neden yüzyüze bakıyor. Hiç utanmıyorlar mı birbirlerinin arkasından konuşup hayata normal devam etmeye. Neden hakaret ediyorsun ki, senin bildiklerin, düşündüklerin başkası ile uyuşmuyor diye mi bu gaflet? Herkesin ağzı var işte konuşuyor. Her doğruyu onlar biliyor onlar haklı oluyor. Kaç defa devlet oldun? Kaç defa devletin içinde çalıştın? Her duyduğum doğru diye, her yapılan yanlış diye ortalık karıştırmaktan başka neydi bu kardeşliği bozan. İnsanın kendi duyguları vardır başkasına hükmetmek neden? Senin kadar kardeşinde düşünüyordur vatanını, merak etme. Yalnız senin abin değildi o dağları, bayırları dolaşıp o şerefsiz kurşuna hedef olan. Ne biliyorsun sen bir verirken onlar iki, üç verdi. Senin haddin değil başkasını sorgulamak. Benim de kanıma dokunan, gururuma zapetmeyi öğreten ayanlar var. Ben hiçbirine demedim ki sen aklını kaçırmışsın, oda seçilir mi, daha önce devleti nerelere sürüklemiş görmedin mi. Benden akıl istemedi, fikrimi izah etmemi istemedi. Ben neden karışıyım ki senin işine? Herkes reşit herkesin bildiği şeyler var. İnsanların kararına saygı dur ve tahammül et. Baş kaldırmak istiyorsan önce sözünü dinletmeyi, sözüne güven durdurmayı öğret insanlara. Neden itimat edeyim ki ben senin sözüne? Ülkeyi satanlar var, diye sözler atıyorsunuz ortaya, bunların bir kârı varsa sizin neden olmasın? Sinir yapmayın! İnsanın böyle düşünceleri olabiliyor ki bu durumlar ortaya çıkıyor. Yoksa insanlar neden birbirlerine atıf da bulunsun ki?

5 Şubat 2012 Pazar

Uçurtma Avcısı

Afgan bir yazarın kitabından uyarlanan acıklı bir film.
Eşitsizlik kadar sadakat ve son sabra kadar itaat etmek var bu senaryoda. Olacakları bile bile boyun eğmek var  Hasan'ın itaatkarlığında.
Herkesin eşitlik anlayışı farklıdır bakışlarında, bunu açıklamak yersiz. Sahip, oğlu, hizmetkar ve oğlu.
Şu durum gösterir ki bu dörtlüden birileri iyi birileri kötü ya da bazıları daha harbiler(delikanlılar).

Mesele şu; Hasan'ın, Amir için yaşadıkları, katlandıkları, boyun eğdikleri... Amir sonunda borçlu olduğu Hasan'a son görevini vicdanını biraz olsun rahatlatacak o adımı atıyor. Hasan'ın oğlunu yani yeğenini Kabil'in yıkılmış, yok olmaya yüz tutmuş sokaklarından kurtarıyor.

06.02.2012